Dedikodu
Eminim bunu bilerek yapıyor. Hala kozu elinde tutma çabasında, acınası bir halde. Hayır, arkasından konuşmuyoruz şu an. Onunla birbirimizi anlamamız için karşılıklı konuşmamız gerekmez, bunu gerektirmeyecek kadar eski mazimiz. Ben ona anlaması gereken işaretleri verdiğime inanıyorum ve o da bunları almış olmalı. Sadece karşı karşıya gelmedik, o da an meselesinden başka bir şey değil. Evet, içim rahat benim…
İlk Barselona’da kendini hissettirmeye başladı. kokteylde huzursuz davranıyordu ama üstüme alınmamıştım hiç. Bazıları hayatta her daim gergin olmayı bir erdem sanırlar, tüm sebepler geçip gitse dahi. Soloda ritm kaçırdığı yerler olmuştu; davranışlarını buna bağladım. Sağda solda anlamsızca dolanıyor, benim yanımda durmamaya çalışıyordu. Ses etmedim, kafasını dinlemesini bekledim. Basın fotoğraflarımızı çekmeye başladığında kendini toparlamış gözüküyordu; abartı ölçüde ışıltılı, fazlasıyla sahte bir toparlanış. Yapmacık olduğunu hissetmem zor değildi, belki de benim bunu hissetmem için çabalıyordu. O gece sarı bir elbise giymiştim, o ise siyah bluz, kumaş pantolon ve topuklu ayakkabı tercih etmişti. Fotoğraf çektirirken belimi ondan beklemeyeceğim bir kuvvetle sıkıyor, bir ayağını önde tutmaya çaba harcayarak eteğimi “yanlışlıkla” ezmeye çabalıyordu; o an önemsemeyip aldığı alkole verdim. Fotoğraflardan sonra gene kalabalığa karıştı, gece otele gitmediğimden ne yaptı bilmiyorum, ertesi gün havaalanına kadar görüşmedik.
İngiltere zamanını da hatırlıyorum. Sanat dünyasından hatırı sayılır bir kitle oradaydı. Çoğu flüt sesiyle gemi düdüğünü ayırt edemeyecek tiplerdi, biraz kulağı olanlar da zaten bizi hasımları görüp iştahla hata yapmamızı bekliyorlardı, her zamanki gibi. İkinci dereceden sanatçılar da vardı konserde. Ressamlar, heykeltraşlar, birkaç yazar, ilham perisi gelmedikçe silik kalmaya mahkum onca masabaşı yıldızı. Bir de oyuncular tabii; ama beni bilirsin, rol yapmayı sadece sahne deneyimi yaşatıyor diye sanattan saymamı bekleyemezsin. Her neyse… Adını hatırlamadığım bir yönetmen vardı, alakasız bir şekilde çaldığımızı Wagner’in eserlerindeki tutkuya bağlamaya çalışmıştı, klasik müzik hakkında daha öteye geçemeyeceği yüzünden okunuyordu. Flörtüne uzun süre cevap vermedim. Yorgundum ve daha az yorucu birine ihtiyacım vardı. Adam yenilgiyi kabullenip uzaklaştı. Başım ağrıyordu; kalabalık çok bunaltıcıydı ve herkes ne kadar harika bir yoruma imza attığımdan bahsediyordu. Köşeye oturup salonu seyrederken onun Wagnerci yönetmenin yanına gittiğini farkettim. Uzaktım, ama kendisinden hiç beklemediğim bir kadınsılık çabasıyla adama yanaşmaya çalıştığını hissedebiliyordum; böyle şeyleri en iyi tanımlayan şey histir, değil mi? Adam az evvelki yenilgisinin hasarını gidermek için ilk başta ilgili davrandı, ona kısa süreliğine bir şans vermiş olmalı. Ancak birkaç başarısız sohbet girişiminin ardından dışarıdan hissedilir şekilde onu geçiştirmeye başladı. Biraz konuşup kafasını diğerlerine çeviriyor, tanıdığı kadınlara abartılı temaslarla selam veriyordu. Sonunda Wagnerci, kadının birini belinden kavrayıp uzaklaştı. O da… Tanrım, suratının onca fondoteni hiçe sayarcasına kızarışını görmeliydin…
Sorun sadece kendisi değil, yetiştirdiği piyanistlerle kimse çalışmak istemiyor. Onları da güvensiz yapıyor kendi gibi, hayata karşı savunmasız. Benimkilerle düet yapmasınlar diye Kaç kere yalan söylemek zorunda kaldım. Bakma bana öyle, benim de okulda bir saygınlığım var…