Pompaya Devam..




90’larda ne olduğunun yavaş yavaş konuşulmaya başlandığı zamanlardayız sanırım, biraz zaman gerekiyor işlerin efsane olarak kabul görmesi için. Dönemler kendi değerini somutlaştırıyor ve Kaybedenler Kulübü gibi bir şehir hikayesiyle karşımıza çıkabiliyor. Radyo programına geç kalmış biri olarak söyleyebilirim ki, film içimde bir şeyleri kaçırdığım hissini uyandırdı. Ama yine de döneme ait olsun ya da olmasın herkesi yakalayan noktalar var.  
  
Rıza Kocaoğlu‘nun canlandırdığı Murat karakteriyle tek bir koltukta tamamladığı film, Kaan (Nejat İşler)’ın üzerinden rutin sorgulamasını yaptığı Zeynep’le (Ahu Türkpençe)  ilişkisi,  Mete (Yiğit Özşener)’nin hayatındaki tek kadın olan annesiyle (Serra Yılmaz) diyalogları, Aslı (İdil Fırat) ‘nın yönettiği radyodaki programa ve Kaan-Mete ikilisinin dünyalarına anlam verememesi etrafında gelişiyor.



Güven vaadetmeyen rock’n roll yaşam tarzına sahip karakterlerin yaşayışına ortak olmaya çalışan, onların jargonunu edinen, onların ruh haline bürünen yalnızlıklarını saklamayan hatta ”yalnız olmak”’ı kutsallaştıran üyeler yaratan program, benzerleri dünyada filizlenirken, birkaç yıl içinde palahniukvari edebiyat alıp başını yürüyecekken sokaklara ihtiyacı olanı veriyor. Varlık alanını genişleten cool adamlar, programlarında arabeske burun kıvırmıyor, babalarının dinlediği şarkılardan nefret eden çocukların bu şarkıları içselleştirmesini sağlıyor. Yine 90’ların sonlarında çıkan Hikmet Temel Akarsu‘ya ait Kaybedenlerin Öyküsü oluşan atmosfere dahil oluyor Kadıköy sokaklarını mekan edinerek Kaybedenler Kulübü ruhundan kesitler sunuyor, kaybedenler jargonunun zenginleşmesinde etkin hale geliyor. Kadıköy sokaklarına ve oradan da şehrin arterlerine pompalanan yalnızlık, tercih edilmiş kaybedenlik temelindeki program, kimi zaman badlik amirlerine ithaflar yapıyor.  Film ait olduğu dönemin siyasi ortamından çok karakterlerin iç dünyasına  kutsiyet atfediyor ve davası olmayan çocuklar için kendilerince bir kutsal savaş yaratıyor, bu yönden  işlevi ve doldurduğu boşluk bakımından günümüzde inci sözlük‘e benzetilebilir. Filmde bar sahnesinde geçen ”Belki de bu bizim 68’imizdir” cümlesi oluşumun bir özeti gibi aslında.  Tüm bu süreç sonunda Kaan ve Mete, birer görkemli kaybeden haline geliyorlar. Montana çetesi’ne, şehrin kötü çocuklarına, tüm huzursuz ruhlarına, hayatı ve kadınları daha hala öğrenmekte olduklarını söyledikleri Kadıköy sokaklarına adanan program, ”İyi geceler, tabii eğer böyle bir şey mümkünse” dileğiyle bir zaman sonra efsane olmak üzere sona erdiriliyor.

Film sığlıktan uzak absürt diyaloglarıyla beklenenden daha çok mizah öğesi barındırıyor. Kaan’ın programa bir anlam yüklenmeye çalışılmasına cevaben: ”Dostum biz prensip olarak düşünmüyoruz” cümlesi, ”Kadıköy’deki Beşiktaş iskelesi mi, Beşiktaş’taki Beşiktaş iskelesi mi?” ikilemi,  6.45 çalışanının kulübe üye olmak isteyen gençleri ofisten kovması bunlardan bazıları. 
Daha çok belgeselleriyle tanınan ama Devrim Arabaları gibi dönem filmlerine de imza atmış olan Tolga Örnek‘in benzer frekansta filmi Kaybedenler Kulübü. Mekanların bugüne ait seçilmesi, bu yönden belli bir zamana ait olma kaygısının olmaması, hikayenin sonlanmaması filmi daha canlı hale getiriyor.  Zaten  ”Cep telefonu yok, bilgisayarlar eski ama köprü bugünkü köprü. Ben zamansız bir hikaye anlatmak istedim. diyor Tolga Örnek de.  Soundtrack seçimi de standart. Ne diyelim, ”Allah standarttan ayırmasın.”
Can Göksun – Wrong Side Of The Road
Gülce Duru, Can Göksun, Erdem Tarabuş – My Woman
The Moody Blues – Melancholy Man
Yiğit Özşener – Nightlife
Ferdi Özbeğen – Dilek Taşı
Titanic 
– Ballad Of A Rock’n Roll Loser
MFÖ – Yalnızlık Ömür Boyu
Asu Maralman – Sigaramın Dumanı Da Dumanı
Otis Redding – Sittin On The Dock Of The Bay