ORADAYDIK: DEPECHE MODE ROMA KONSERİ

Hayatta en çok istediği şey Depeche Mode‘u kanlı canlı görmek olan ve son iki İstanbul konserinin iptalini hayatının en mutsuz anları arasında sayan benim için Global Spirit turnesinde bir konsere gitmek artık bir ihtiyaç, bir zorunluluk haline gelmişti. 93 yılından beri dört yılda bir albüm yapan Depeche Mode‘un yine bu kaideyi bozmayacağını düşünerek önceden kenara köşeye para atmıştım. Yeni albüm dedikodularıyla geçen birkaç ayın ardından Ekim’de yeni albüm ve turne açıklandığında turne programını açıp Roma konserine gitmeye karar verdim (Hayatımın en zengin hissettiğim anı falandı herhalde): Bana hem tarihi tam uyuyordu, hem İtalya’ya hiç gitmemiştim ve acayip merak ediyordum hem de Roma’da bir arkadaşım vardı ve yanında kalabilirdim, ki kendisine konseri söylediğimde “Aaa olur gelirim” demişti, yalnız da gitmemiş olacaktım. Sonucunda 25 Haziran‘daki konsere ben bilet biter korkusuyla (konser koca Roma Olimpiyat Stadyumu‘nda bir de) biletlerin çıktığı daha ilk günde, 15 Ekim’de biletimi kaptım. Daha o sıralar Spirit‘in tracklist’i bile ortada yoktu ve açıkçası Delta Machine‘i pek beğenmemiş bir devotee olarak şüphelerim de yok değildi.

Neyse ki Spirit beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Şu ana dek albümü beğenmeyen çok fazla insan gördüm ama Delta Machine‘den tartışmasız daha iyi bir albüm bence. Spirit hakkında uzun uzun konuşup bunu bir albüm inceleme yazısına çevirmek istemiyorum ama albümü dinlerken özellikle So Much Love‘ın, Going Backwards‘ın, Scum‘ın (Çalmadılar) ve You Move‘un (Çalmadılar) konserlerde ne kadar muhteşem olacağını düşündükçe kendi kendime heyecanlanıyordum.

Aradan geçen zamanda Spirit‘i hatim ettim pek tabi ve 25 Haziran geldiğinde resmen Roma Olimpiyat Stadyumu’nun önündeydim. Hiç sıra falan beklemeden arkadaşımla bir anda içeride bulduk kendimizi. Konserin başlamasına birkaç saat vardı ve ben çılgınlar gibi sıra bekleriz diye düşünüyordum ama kimse öğle vakti o sıcakta güneşin altında dikilmek istememişti belli ki. İçeri girince ben bir tişört ile poster kaptım, olabildiğince önlere yanaştık ve bira, muhabbet derken konsere yaklaşık bir saat kala Algiers sahneye çıktı. Açıkçası grubun yeni albümüyle ilgili çok güzel şeyler okumuştum ama hiç açıp dinlememiştim. Depeche Mode sayesinde Algiers kendilerine yeni bir hayran daha kazanmış oldu çünkü gerçekten müthiş bir konserdi, her ne kadar 40 dakika kadar sürse de ve çoğu orta yaşın üzerindeki seyirci kitlesi pek bir coşku belirtisi göstermese de.

Algiers sahneden indi, hava artık kararmaya yüz tutmuştu ve stadyum neredeyse ağzına kadar doluydu. Dakikalar sonra hayatımın grubunu kanlı canlı görecektim ve çevremde Depeche Mode tişörtleriyle heyecanlı heyecanlı konseri bekleyen bir sürü insan vardı, yaşadığım mutluluğu ve heyecanı kelimelere dökemem. Açıkçası konser bana hala rüya gibi geliyor çünkü daha önce iki kez Depeche Mode‘u canlı izlemeye kalkışıp izleyememiş biri olarak “beni ülkeye almayacaklar,” “son dakikada konser iptal olacak,” “Roma’da terör saldırısı olacak” gibi düşünceleri kafamdan atamıyordum. Grup on dakikalık bir gecikmenin ardından sahneye çıktığında ve Dave Gahan‘ın sesini duyduğumda ancak “Evet, gerçekten de Depeche Mode konserindeyim şu an” diyebildim. Going Backwards bittiğinde hala yaşadığım şoku üzerimden atmaya çalışıyordum. Dave, Martin ve Andy karşımdaydı resmen. Sırada yeni albümdeki favorilerimden So Much Love vardı. Şarkıya eşlik eden bir hayli seyirci vardı, demek ki insanlar derslerine çalışıp gelmişlerdi. Depeche Mode‘un sayısız klasiğinden biri olan Barrel of a Gun‘ın ve Playing the Angel‘daki favori şarkılarımdan A Pain That I’m Used To‘nun ardından Corrupt başladı. Açıkçası konserden önce kendimi tutamayıp setlist’e bakmıştım ve Corrupt’ı görünce ufak bir kalp krizi geçirmiştim. Setlist’te olacağını bilmeden o an duysaydım nasıl bir tepki verirdim cidden bilmiyorum. En sevdiğim ve en kıymeti bilinmemiş yeni dönem Depeche şarkılarından olan Corrupt’ı grubun bu turnede çalması çok şaşırtıcıydı gerçekten. “Acaba artık Ultra sonrası dönemden daha mı çok şarkı çalmak istiyorlar?” diyeceğim ama konserin devamında Wrong haricinde 2000 sonrasından hiç şarkı çalmadılar; Exciter ve Delta Machine‘i tamamen es geçmişlerdi yani. En az sevdiğim albümleri olduğu için bu duruma pek de üzülmedim açıkçası, setlist bu haliyle kusursuza yakındı bana göre.

jkfjgfdkh

Corrupt‘tan sonra hava artık tamamen kararmıştı ve In Your Room‘un o muhteşem intro’su başladı. En sevdiğim 3 Depeche şarkısından biri olan ve asla eskimeyen In Your Room’u Dave Gahan’ın sesiyle canlı canlı dinlemek benim için o kadar özeldi ki. Nakaratına onca devotee ile hep bir ağızdan eşlik etmek de cabası. Tüylerim diken dikendi. Bu esnada ekranlarda inanılmaz estetik bir biçimde dans eden bir adamla kadının videosu dönüyordu. Grubun bu konuda da hayli emek harcadığı belli, neredeyse bütün şarkılarda harika görseller ve videolar oynuyordu ekranlarda, bazı şarkılara yeniden veya ilk defa klip çekilmiş gibiydi resmen. Grubun artık görmüş geçirmiş ve Spirit‘in de olgun havasına yaraşır bir şekilde bir hayli sade, minimal ama çarpıcıydı bu görsel işler. (Bu arada konserin heyecanıyla çok fazla fotoğraf ve video çekemedim, kusuruma bakmayın)

World In My Eyes‘ta Dave Gahan ile karşılıklı dans ettikten sonra yeni albümün bence en iyisi Cover Me ile biraz soluklandık. Ardından bir Depeche konseri klasiği mikrofonu Martin Gore devraldı, A Question of Lust ile Home‘u söyledi. Martin’in söylediği Depeche şarkıları benim için hep ayrı bir yerde olmuştur. O an hissettiğim duygu yoğunluğunun tarifi yok. Martin’in sesinin hala muhteşem, hala pırıl pırıl olduğunu söylememe gerek yok herhalde.

 

Derken Dave geri döndü ve grup yeni albümden Poison Heart‘ı çalmaya başladı. Doğrusu bence olmasa da olurdu, onun yerine Scum‘ı veya You Move‘u duymayı tercih ederdim. Poison Heart‘tan sonra tam bir konser şarkısı olduğunu düşündüğüm, Spirit‘in ilk single’ı Where’s the Revolution‘ı bolca bayrak görselinin arasında çalmaya başladılar. Tam da beklediğim gibi özellikle nakaratında bütün stadyum coştu. Wrong başladığında “bu şarkıyı dinlemeyeli aylar olmuş yahu” diye düşünmedim değil. Sonrasında giren upuzun intro’da ben de dahil kimse hangi şarkının çalacağını anlayamamıştı sanki, ufak bir şaşkınlık yaşandı. Derken Everything Counts‘un o tanıdık melodisi çalmaya başladı. Özellikle konsere gelmiş daha yaşlı devoteelerin yaşadığı nostalji, suratlarından okunuyordu resmen. Dave’in “sing it!” nidaları arasında nakaratı hep bir ağızdan Martin ile birlikte söyledik. Bu arada belirtmem gerekir ki Dave Gahan yavaş yavaş altmışına merdiven dayamaya başlasa da iki saat yirmi dakika kadar süren konserde bir an olsun yerinde durmadı, oradan oraya koşturdu, zıpladı ve pek tabi bir kez bile detone olmadı. Neden efsane olduğunu bize adeta tekrar hatırlattı tüm konser boyunca.

Everything Counts‘un ardından sırasıyla Stripped, Enjoy the Silence ve Never Let Me Down Again çaldı. Cümleyi yazarken bile içim bir hoş oldu. Stripped’i Dave Gahan’a birkaç metre uzaktayken dinlemek, “bu şarkı nasıl 30 yıllık olabilir” diye düşünmek, Enjoy the Silence’ta Dave’in meşhur “yeah, that’s right!” bağırışını duymak, bütün şarkıyı baştan sonra bütün stadyumla beraber söylemek, benim için yeri çok çok ayrı olan Never Let Me Down Again’de sesim kısılana kadar bağırmak, kollarını bir sağa bir sola sallayan insan selinin arasında olmak, o ambiyans, o ortam, köpürmesi… Bir devotee’nin gözyaşları bunlar.

 

Grup veda edip sahneyi terk etti ama döneceklerini herkes biliyordu tabi. Başta Dave olmadan sahneye döndüler, Martin Somebody‘yi söyledi, gözyaşları sel oldu. Benim her dinlediğimde daha çok aşık olduğum Walking in My Shoes‘u çaldılar, bu sırada ekranlarda gösterilen video o kadar muhteşemdi ki sahneye odaklanmaktan çok hipnotize olmuş bir biçimde videoyu seyrettim. Devamında Bowie’ye de saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmedler ve Heroes‘u coverladılar. I Feel You ile gaza gelip birtakım anları, insanları yad ettikten sonra artık kaçınılmaz son gelmişti. Konserin zirvelerinden biriydi Personal Jesus: Dave oradan oraya koşturuyor, bütün stadyum şarkıya eşlik ediyor, dans ediyordu. Hayatım boyunca hiçbir konserde eşini benzerini görmediğim bir enerji hakimdi. Just Can’t Get Enough‘ı da duymak isteyen insanların tezahüratları arasında konser biterken Depeche Mode’un kırkıncı yılına yaklaşmasına rağmen hala neden bu kadar popüler olduğunu, hala nasıl stadyumları tıka basa doldurduğunu ve benim gibi binlece insanın bu gruba neden hala aşık olduğunu bir kez daha anladım. Depeche Mode’un da Depeche Mode konserlerinin de bir eşi daha yoktu ve olmayacaktı da.

Kapak fotoğrafı: 3inSpirit isimli fotoğrafçının objektifinden.