ORADAYDIK: READING FESTIVAL 2014

Her şey en yakın arkadaşımın cennet vatan İngiltere’ye dil okuluna gitmesiyle başladı. Rezervasyonlar yapıldı, biletler alındı, sonunda 21 Ağustos günü kendimizi sırtımızda kendi boyutlarımızda kamp çantalarımız, elimizde yorganımızla hayatımızın ilk festivali Reading’de bulduk. Çadır olayını festival gönüllü ekibinden iki sevimli genç yardımıyla hallettikten sonra şehir merkezine gitmeye karar verdik. (Festival alanından ulaşım otobüslerle sağlanıyor ve gerçekten çok az bir ücret ödeyip kısa zamanda şehre inebiliyorsunuz. Otobüsler festival katılımcılarını süpermarketin önünde bırakıyor ve oradan da alıyor. Reading Belediyesi’ne sevgimiz sonsuz!) Festivalde ihtiyacımız olacak bir şeyler aldıktan sonra otobüs bekledik, şansımıza festivalin yarattığı trafik sebebiyle otobüsün gelemeyeceğini öğrendik ve önümüzdeki wellie çizmeli insanları takip etmeye karar verdik. Sonuç olarak festivale yürüyerek döndük, çok çok uzak bir mesafe de sayılmaz zaten. Çadırımızı güvenli yerimiz ilan edip uykuya daldık.

Sabah kalktığımızda çok heyecanlıydık, dedim ya, ilk festivalimiz. Yüzümüzü boyadıktan sonra (çünkü YOLO? yok yok festival ruhu.) neredeyse koşarak Main 73_apiArena’ya gittik. Tam da kapıların açılma saatinde gittiğimizden oldukça kalabalıktı, biraz bekledik. Sonunda içeri girdiğimizde ise NME/BBC Radio 1 Stage’e koştuk. Bu kez gerçekten koştuk çünkü ergenliğimde kalbimin prensi, hayatımın aşkı olan ve My Chemical Romance’i dağıtıyorum dediğinde kalbimi fena halde kıran Gerard Way solo kariyerinin ilk konserini veriyordu. Her halinden belli olan heyecanı, üstüne oturan mavi takım elbisesi ve turuncu saçlarıyla festivalin açılışını yaptı Gerard Way. Beklediğinden fazla insan görmüş olacak ki orada olan herkese bu kadar erken uyandıkları için teşekkür etti. Sabah altıda çıksaydı yine uyanırdık, haberi yok. Bir umut belki MCR şarkılarından da çalar diye beklesek de boşuna. Yeni şarkılarını ilk kez dinlememe rağmen hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Özellikle No Shows’u çok sevdim.

 

Gerard Way’den sonra bir şeyler yemek ve etrafı keşfetmekle zaman geçirdik. Bir sürü sahne, binbir çeşit yiyecek, daha da çeşitli insanın oluşturduğu görüntü gerçekten hoştu. Merch alışverişi (çünkü başka nerede bulacağım Vampire Weekend tshirtü?) sonrası içecek bir şeyler almak için bara yöneldiğimizde ise bir sürprizle reading183_thumbkarşılaştık. Kimlik sorulmasına şaşırmadık tabii ki, zira ne Deniz ne ben 15 yaşından büyük duruyoruz. Gösterdiğimiz nüfus cüzdanlarını “bu tür bir kimliği daha önce görmedik” diyerek reddetmelerine ise oldukça şaşırdık. Alana girişin hemen yanında bir bileklik standı var, 18 yaşından büyük olduğunuzu göstermek için bu bilekliklerden alıyorsunuz ve bir daha kimlik falan sorulmuyor. Haftasonu boyunca aynı sorunu yaşamayalım diye mecburen gidip girdik o bileklik sırasına. Yaklaşık bir saat de orada bekledik. Tekrar alana girdiğimizde ise Main Stage’de Deaf Havana çalıyordu. Bildiğim bir grup olmamasına rağmen tarzları hoşuma gitti, ama zaten çimlere yatıp müzik dinlemek kimin çaldığından bağımsız şekilde keyifli bir olay.

Sırada büyük heyecanla beklediğimiz Jimmy Eat World vardı. Bleed American ile başlayıp I Will Steal You Back de dahil sevilen şarkılarını çaldılar, doğal olarak the Middle ile de bitirdiler. Canlı dinlediğime en çok sevindiğim gruplardan biri oldu Jimmy Eat World, bir daha denk gelirim diye umuyorum. (Bu arada grup aynı gün içinde bir de Lock Up Stage’de performans sergiledi, ama ben o sıralarda Vampire Weekend izlediğimden gidemedim.)

Sonraki grup ise konserlerinin çok efsane olduğunu dört bir yandan duyduğum ama henüz hiç dinlemediğim Enter Shikari’ydi. Biz de Deniz’le düşündük ki madem biraz önlerden Vampire Weekend izlemek istiyoruz, eğlenceli bir konseri daha önden izlemenin kimseye bir zararı olmaz. Yanlış, çok yanlış bir karar. O işler öyle yürümüyormuş, mosh pitin ortasında kalıverdik. Neye uğradığımızı anlayamadan bir oraya bir buraya savrulduk, ilginç bir tecrübeydi. En sonunda peri kostümü giymiş bir kızın peşine takılarak kalabalığın arasından çıktık. O şokla kendimizi BBC Radio 1 Dance Stage’de AlunaGeorge dinlerken bulduk. Son iki şarkıyı yakalayabilsek de en azından kendimize geldik. (Aluna gerçekten çok seksi ve aşırı güzel dans ediyor.) Tekrar ana sahne civarına döndüğümüzde ise Enter Shikari konseri bitmiş, koşan insanlar etrafa dağılıyordu.

ezrareadingVampire Weekend kitlesinin daha çok bize benzeyeceğini umarak önlere doğru ilerledik, umduğumuz gibi de oldu. Birden bütün tumblr dashboard’um önümde canlandı, her tarafta çok heyecanlıyım diye bağıran saçı çiçekli, vintage kot şortlu kızlar. Derken bir Drake şarkısı olan Trophies çalmaya başladı. Biz heyecanla beklerken aniden (abartmıyorum, baya çat diye) Diane Young ile başladı konser. Karşımda Ezra Koenig’in şarkı söylüyor olduğuna inanmam şarkının sonunu buldu tabii ki. Sonra White Sky, Cape Cod Kwassa Kwassa, Unbelievers, Holiday falan derken sıra geldi Step’e. “Wisdom’s a gift, but you’d trade it for youth..” ile başlayan kısım 2013’te duyduğum en güzel şarkı sözüydü, gözlerimi kapatıp şarkıyı dinlerken çok daha büyük anlam ifade etti bana. Festivalin en mutlu hissettiğim anıydı diyebilirim hatta. Daha sonra Cousins, “bu kadar hızlı şarkı söyleyebildiğine inanamıyorum” tepkilerinin havada uçuştuğu California English, herkesin ezbere bildiği A-Punk, Ya Hey, Campus, Deniz’in özellikle beklediği Oxford Comma (especially!), Giving Up the Gun derken bitiyordu konser! Hannah Hunt’a sıra geldiği an önümüzdeki iki kızın gitmeye karar vermesi hayatımın mucizesi olabilir. Bariyer önünde Hannah Hunt dinledim, benden mutlu kimse olamazdı. En sonunda “Cape Cod’dan çıkmak isteyenler kim?” diye sorup Walcott’a giren ve konseri “Have a Vampire Weekend!” diyerek bitiren Ezra konser boyunca şarkı aralarında pek konuşmadı, ama olsun, tuhaf mimikleri ve güneş gözlükleriyle çok hoştu.

Paramore için alanda toplanan kalabalığa inanamadık. Bir kez daha aşırı paramorereadingkalabalık içine girmek istemediğimizden oturarak izlemeye karar verdik. That’s What You Get, Ignorance, Decode, Misery Business, Brick By Boring Brick ve daha hatırlamadığım bir sürü şey çaldılar. Konserin en güzel anı ise ses sisteminin çöktüğü ve Hayley Williams’ın kendi başına the Only Exception söylediği dakikalardı. Ona eşlik eden onca insandan biri olmak güzeldi. Sahnede o kadar hareketli ki başım döndü. Mavi saçları da hoştu gerçekten. Daha sonra ise sahnede gecenin headliner’ı Queens Of The Stone Age vardı. O kadar üşümüş ve yorulmuştuk ki QOTSA’nın sadece yarısına kadar durabildik. Ama uzaklara bile ulaşan ışıkları, biz dönmeden çaldıkları Burn The Witch ve ses kalitesiyle güzel bir konserdi diyebilecek kadar da izledik.

İkinci gün hafta sonunun incisiydi resmen. Bu kez alana daha geç gittik. Dance Stage’de Milky Chance, , Kove, ucundan kıyısından da Jacob Plant dinleyip biraz dans ettikten sonra (ısınmak için, yoksa ben dans etmiyorum) Main Stage’e yöneldik. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, herkes One Love sonrası çılgın gibi Mø övdü, tamam tatlı bir abla, ama müziğinde öyle über farklı ve müthiş bir şey bulamadık biz. Belki de saatin erken olmasındandır, bilemeyeceğim. Main Stage yakınında bara ve sahneye yakın son derece stratejik bir yere oturduğumuzda sahnede Peace vardı. O kadar dans müziğinden sonra biraz gürültülü geldi ama sonra kulaklarımız alıştı, şarkılar hoşumuza gitmeye başladı. Peace sonrası sıra The Hives’daydı. Canlı performansları oldukça iyiydi, alan da çok kalabalıktı. Çimlerde yatarak dinlediğimden ne çaldılar ne dediler çok dikkat edemedim, ama insanlar eğleniyordu.

Sıra Foster the People’a geldiğinde ise alan daha da kalabalıklaştı. Coming Of Age ve (tahmin edersiniz ki) Pumped Up Kicks’te edilen eşlik çok çok fazlaydı. O kadar fazlaydı ki şarkıları duyamamış olabilirim. İngiliz seyircisi tatlı evet. Günün heyecanlı kısmı ise Imagine Dragons ile başladı. Konser baştan sona harikaydı. Sahnedekilerin insan olduğuna inanasım gelmedi pek, herkes o kadar hareketli ve enerji doluydu ki! Radioactive’deki sahne şovu özellikle görülmeye değerdi. Imagine Dragons konserinin etkilerini henüz atıyorduk ki bu kez de Jake Bugg çıktı sahneye. Neredeyse aynı yaşta olduğumuz gerçeği çaldığı her şarkıda bizi daha çok üzdü. Kameraların kendisini çektiğini fark ettiği anlardaki utangaç halleriyle ise kalbimizi çaldı. İleride daha çok duyacağız Jake Bugg ismini gibi geliyor.

alexreadingGelelim festivale gidişimizin en önemli sebebine. Doğru bildiniz, Arctic Monkeys. Buradaki konseri kaçırmıştım ve bir hayli üzülmüştüm. Reading’i açıkladıklarında da bir o kadar heyecanlandım haliyle. Do I Wanna Know’u duyduğum andan sonrası hayal gibi hala. Bir ara önüme geçen uzun insanları vahşi biçimde öldürmek istediğimi ve noodle yemeye çalışan bir çocuğun halime üzülüp bana yer verdiğini hatırlıyorum, Brianstorm çalıyordu sanırım tam o anda. Birbiri ardına çalınan şarkıların içinde Knee Socks, My Propeller, I Bet…, Don’t Sit Down…, Old Yellow Bricks kısacası yeni-eski ne ararsanız vardı. (505 ve Cornerstone hariç, ki bu biraz üzdü) ancak ve ancak konserin en güzel dakikalarını dört bir yanımdan yükselen Alex aksanlı When The Sun Goes Down çalarken yaşadım. Bunu yaşamayı 7 yıl önce şarkıyı ilk duyduğumdan beri bekliyordum çünkü. Konser R U Mine? ile sona erdiğinde hem mutlu hem de yorgundum. Bir kez daha görüşmek dileğiyle çocuklar!

Festivalin son günü bizim için NME/Radio 1 Stage’de The Wytches ile başladı. jungleAncak bir önceki günün yorgunluğundan olsa gerek, The Wytches ve sonrasında Twin Shadow’u çimlerde arkadaşımın dizine yatarak dinleyebildim. Çok merak ettiğim The Neighbourhood sahneye çıktığında ayağa kalkmaya niyetlendim, sonra kalabalığı görünce vazgeçtim. O sahne çadır gibi olduğundan dışarıya da ekran koymuşlar, onun karşısına yerleşip oradan izledik. The Neighbourhood’u burada dinleyen kaç kişiyiz bilmiyorum ama artsak da buraya bir gelseler çok iyi olur. Genç çocuklar sahnede harikalar yarattı. Tumblr gençliği tarafından fazlaca seviliyorlar, ikinci bir dashboard canlanmasını da The Neighbourhood sırasında yaşamış oldum. Sonrasında yerimizden ayrılmadan Jungle ve Deniz’in çok merak ettiği Clean Bandit dinledik. Clean Bandit’ten aklımda kalan en çok kemancıları oldu. Sempatikti epeyce. Sonrasında sanırım biraz uyukladım, kendime geldiğimde sahnede DJ benzeri biri vardı, biz de ana sahneye gitmek üzere oradan ayrıldık.

2012 yılında Special Guest olarak Green Day’in çıktığını biliyorduk, dolayısıyla gün içinde festival alanında gezinip ipuçları aradık bu seneki gizli act’e dair. BBC Introducing Stage’de öğleden sonra zaten Main Stage’de çıkacak olan You Me At Six’in special guest olarak çıkmasına ise anlam veremedik. Beklerken birileri Elbow diye konuşuyordu, o kadar da heyecanlanmıştık halbuki. Neyse ana sahnede You Me At Six izledik, çok hayranları varmış doğrusu. Müzikleri ilgimi çekti benim de, dönünce daha çok ilgilenmeye karar verdim. You Me At Six sonrası sıra line up’ın en popülerlerinden Macklemore & Ryan Lewis’teydi. Gün boyu alanda iki tip insan çoğunluktaydı: Blink-182 tshirtlüler ve Macklemore tipi grandma mantolular. Macklemore sahneye çıktığı andan itibaren ortalık koca bir partiye döndü. Başlarda çaldıkları Can’t Hold Us’ı en sonda bir kez daha çalıp The Heist Tour’u Reading’de bitirdiler. Bu kadar eğlenebileceğimi asla tahmin edemezdim, ama çok çok keyifli bir konserdi.

Blink-182 ise anlatılmaz yaşanır saatler yaşattı bize. Art arda gelen Always, Down, What’s My Age Again, I Miss You ve diğerlerini onca insanla birlikte ciğerlerimizi zorlayarak çığlık çığlığa söylemek çok çok güzeldi. Arada NME Stage’de çalmakta olan Disclosure’a bir uğrayalım dedik ama belki bizim ruh halimizden, belki de diğer sahnedeki Blink-182’nun sesi oraya dek ulaştığından ancak iki şarkı dayanabildik. Blink-182’ya geri döndüğümüz sırada All The Small Things’in başlaması ayrıca hoş oldu. Encore’a kalmayıp Deniz’in kaçırmak istemediği Gogol Bordello’yu dinlemek üzere Lock Up Stage’e gittik. Ben çok yorulduğumdan bir yere oturup dışarıdan dinledim, Deniz de üç dört şarkının ona yettiğini söyleyerek yanıma geldi. Üç günde ne kadar çok grup dinlediğimize ve zamanın festivalde ne kadar hızlı geçtiğine inanamaz bir halde çadıra giderken önümüzdeki bir çocuğun kendi aramızda konuştuğumuz dili yadırgayıp Thrift Shop’tan fırlamış gibi “What, whaaat?” demesi de gecenin finaliydi. Ertesi gün yağacak yağmurdan ve yaşayacağımız sefillikten habersiz, yorgun ama çok mutlu, uykuya daldık.

Son olarak festivalle ilgili bir şeylerden bahsedeyim. Özellikle konser alanındaki tuvaletlerin temizliği bizi şaşkına çevirdi. Burada festivale gidenlerden duyduğum iğrençlik seviyesi ve bitmeyen sıralardan dolayı gözüm korkmuştu ama kamp alanındaki tuvaletlerin pazar geceki hali bile o kadar kötü değildi. Bir de özel platformlarda tekerlekli sandalye kullanıcısı izleyicilerin yanında işitme engelli seyirciler de vardı. İşaret diliyle şarkı sözlerini anlatan görevliler onlar için platformlardaydı (Macklemore şarkılarında ellerinin ne kadar hızlı hareket ettiğine inanamadık!) Bu uygulama çok hoşumuza gitti. Burada sıkıntı olduğunu duyduğum su ve yemek konusunda ise her şey harikaydı. Dünyanın her yerine ait yemekler, vegan cafesinden dürümcülere kadar hazır bulunuyordu.

439_large

Huzurlarınızda bu macerayı benimle yaşayan en iyi arkadaşım Deniz’e ve beni her açıdan destekleyen aileme teşekkür ediyorum. Bundan sonraki festivallerde görüşmek üzere!

*Fotoğraflar Reading Festival web sitesinden alınmıştır.