Kime/neye aitsiniz?

Dünya’yı değiştiren, değer verdiklerinizi gömen ve size yeni tutkular bahşeden her fikir, esaslı bir analizin sorunun temeline dokunmasıyla hayat bulur. Günün birinde nefes alıp veren herkesin bir adet kişisel bilgisayara ihtiyaç duyacağını tahmin edebilmek de böyle mümkündür, sofranızda soğuk ve asitli bir içeceği suya alternatif olarak düşünebileceğinizi hissetmek de böyle mümkündür.

Mevzuyu çok geriden almamak gerekiyor. Normal şartlar altında, Endüstri Devrimi ve etkilerini bugüne dek takip etmek hepimizi rahatlatacaktır ancak dediğim gibi, mevzuyu çok geriden almamak gerekiyor.

Mevzuyu daha ileriden alıyoruz: Facebook hesabı açtığınız günden.

İhtiyaç duyduğumuz neydi? Yıllardır görüşemediklerimize yeniden ulaşmak, yeni tanıştıklarımızla iletişimimizi kuvvetlendirmek, sosyalliğimizi tanımlayan etkinliklere daha yakın olmak, kişisel geçmişimizden herkesi haberdar etmek, ilgi duyduklarımızdan kolayca haberdar olmak?

Hiçbiri.

İhtiyaç duyduğumuz, ait olmak.

The Social Network ait olmaktan bahsediyor: Ait olma ihtiyacından, ait olma isteğinden, ait olma hırsından ve ait olamamaktan.

Mark Zuckerberg’i canlandıran Jesse Eisenberg, açıkça isim benzerliğinden fazlasını kotarmayı başarmış. Uzun cümleler, canlı ancak sabit bakışlar, statiğe yakınsayan ve farklı duyguları ifade ederken bile değişmeye direnen bir ses tonu, bir çırpıda zikredilen onlarca fikir, saldırgan iletişim, savruk/kontrolsüz vücut dili: Yakınlaşmak istediği karşı cinse kendini ifade ederken, ‘parça’sı olacağı komüniteyi tamamiyle analiz eden, kategorilere ayıran ve duygusuzca tanımlayan biri için fena halde uygun, fena halde üç boyutlu.

Filmin hemen başlangıcında tanık olduğumuz başarısız aidiyet girişimi, mercek altına alınan karakterin bir bakıma esansı. Karakterde Ayn Rand usulü yeni bireysellik kabulünü de gözlemek mümkün, Harvard’da neden bulunduğuna dair derin farkındalık barındıran bir 20’liğin ateşini de. Nitekim yine mevzubahis etikten arınmışlık ve bünyede değerlendirilip, haklı bulunmuş -bir bakıma kordan farksız- hırs, Facebook’un hayata geçiş öyküsünü yazıyor: Kendi gerçekliği, koşulları ve kriterleriyle, Winklevoss kardeşlerden çalabileceği tek şeyin ilham olduğunu, kendi fikrine kıyasla önceki fikrin bir halta benzemediğini iddia ederken karakter haklı. İyi bir fikrin peşinden gidilebilecek yerlerin taht ya da tabut olduğunun ayrımında olanlar içinse, karakter tanıdık.

Öykünün ikinci en kuvvetli elemanı şüphesiz Eduardo Saverin’i canlandıran Andrew Garfield.

Partnerinin doğru iletişim kurabildiği yegane insan olmakla birlikte Eduardo Saverin, partnerine oranla çok daha ‘içeri’de, çok daha ait. Ancak bu aidiyet, bir başka ait olamama durumunu beraberinde getiriyor: Karakter sosyal kabul mevzusunda partnerinin fersah fersah ötesinde olmanın cezasını, ışıl ışıl bir projeye tutunamamakla ödüyor. Kendinden emin ve ‘presentable’ görüntünün altındaki tereddütler, Andrew Garfield’ın mimikleriyle somutlaşıyor. Öykünün süratine ayak uyduramayan Saverin’in duygusal çöküşlerini ve tökezlemelerini Garfield çok kuvvetli bir performansla akıllara kazıyor.

Justin Timberlake ve canlandırdığı Napster kurucusu Sean Parker, David Fincher usulünde çok önemli bir enstrüman.

Sean Parker, esasında Mark Zuckerberg’in dönüşmek istediği kişi: Olmak istediği kadar özgüven sahibi, olmak istediği kadar ateşli, olmak istediği kadar hızlı, olmak istediği kadar korkutucu ve olmak istediği kadar cüretkar. Bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Tyler Durden?

David Fincher, hikayenin ilerleyişinde bu ikincil Tyler Durden vakasıyla inanılmaz bir derinlik yakalıyor. İkilinin ortaklıkları, birbirlerini ikna edişleri ve birlikteliklerinde takındıkları tavır, Fight Club’ın unutulmaz sahnelerini bir bir göz önüne getirirken, psikolojiye dair böylesine sağlam bir argümanı yeniden enstrüman olarak kullanabilmenin ve hatta bunu ilkine oranla görece daha az görünür bir şekilde kotarabilmenin değerini düşündürüyor. Justin Timberlake’in epey akıcı, rahat ve tutarlı bir performans sergilediğini eklemekte yarar var.

David Fincher perspektifinden Harvard, süratten-hırstan-rekabetten-ganimetlerden ve aşırılıktan yanıyor. Fincher’ın, Dünya düzenini alaşağı eden bir websitesinin kuruluş öyküsünü Zodiac’takine benzer bir üslupla okuyuşunu akla getirdiğimizde, renk seçimleri-kamera/mekan tercihleri ve soundtrackin yadsınamaz etkisi taşları yerine oturtuyor: Asırlara dayanmış ahşabın/taşların ve insanın içine ferahlık dolduran yeşilin bu amansız sürat eşliğinde Fincher tarafından yorumlanışını görsel olarak tecrübe etmek, gerçek manasıyla bir ziyafet. Filmin genelinin dinamik olmaktan uzak duran sahne seçimleriyle dolu olduğunu ve bir davayla eş zamanlı takip edildiğini belirtirken, akıl dolu dialoglar ve izleyiciyi savurmayan ancak öyküyü bütünleştiren zaman algısı için de Aaron Sorkin adını zikredelim. Trent Reznor kısmınıysa, alışılmışın aksine bu kez uzatmayacağım: Atticus Ross birlikteliğiyle kotardığı soundtrack, muazzam.

Bu kadar ışıltıdan sonra The Social Network hakkında sonuç nedir? The Social Network, iddia edildiği gibi Zeitgeist niyetine kullanılabilir mi? Emin değilim.

The Social Network, çok iyi bir yapım. Daha basit ve çiğnenebilir bir deyişle Fincher’ın, dönemsel algı ve tabiat itibariyle Fight Club’taki etkisini tekrarlamaya en çok yaklaştığı yapım. Beyaz yakalıların özenle beslediği, American Psychovari canavarlarla yeni nesil girişimcilerinden en meşhurunun topluma bakış açılarında, sosyalleşme algılarında ve tavırlarında ortak noktalar mevcut: İyi algılanmış ve sindirilmiş bireysellik, adrenalin/dopaminle beslenen ve bitmek bilmeyen bir hırs, cesaret ve akla gelebilecek her manada ‘penetrasyon’. En nihayetinde, Fight Club da temel olarak ait olmaktan bahseden ve ‘kadınlar tarafından yetiştirilen’ ve ‘bir başka kadına ihtiyaç duymayan’ neslin ifadesiyken, The Social Network bir kadına ait olamamanın nelere sebep vereceğine yoğunlaşıyor.

Gerek gişede, gerekse tecrübenin ertesinde filmin etki itibariyle Fight Club’a yaklaşamamasının temel sebebiyse, Facebook’un yarattıklarının devam etmekte ve devam edecek olması. Ve bildiğim kadarıyla, geleceğe dair Zeitgeist yaratmak tanım itibariyle mümkün değil.

The Social Network, zengin ve besleyici bir tecrübe. Hak ettiği ilgiyi zamanlama karmaşasından ötürü göremeyeceği kanaatindeyim ancak bu, filmin 21. yüzyıla hakim algıyı tanımlamaya çok çok yaklaştığı gerçeğini de gölgelemeyecek.