İNCELEME: NİLÜFER YANYA – MISS UNIVERSE
Son bir süredir Nilüfer Yanya ismini çok duyar olduk. 2 senedir art arda gelen single’lar çıkış albümü ile ilgili bizi sabırsızlandırmaya başlamıştı ki geçtiğimiz hafta Miss Universe adlı ilk uzunçalara kavuştuk. Önceki tekliler her ne kadar beklentilerimizi fazlasıyla yükseltmiş olsa da ilk albümde daha önce duyduklarımızın bir özeti ya da yansımalarını bulmayı umuyordum. Ancak Nilüfer Yanya herkes gibi beni de şaşırttı.
Öncelikle belirtmem lazım ki Nilüfer Yanya solo, gitar müziği yapan kadın müzisyenlerin bir araya getirildiği stereotip grubuna eklenmeye aday olabilir. Ancak günümüzde gitarını kapıp albüm yayımlayan birçok müzisyenin yanı sıra Nilüfer Yanya’yı diğerlerinden ayıran özgün bir hikaye anlatıcılığı ve müzikal yelpaze var. Courtney Barnett misali esprisel bir anlatıcılık ya da Angel Olsen benzeri otobiyografik bir akıştan ziyade Nilüfer Yanya’nın hikayelerinde gerçek hayatın içinden parçaları distopik bir bağlamda izleme şerefine erişiyorsunuz.
Albümün açılışını yapan WWAY HEALTH‘de alışılmışın dışında bir dünyaya adım atıyoruz. Açılımı “We Worry About Your Health” olan bu hayali organizasyonun çağrı merkezinden bir kesit ile modern dünyayı sorgulamaya hazır hissediyorsunuz. Birbirimizin problemlerine karşı artan sempatimizin yanı sıra hepimizin bu problemlerle tek başına mücadele ediyor oluşu sizce de garip değil mi? Hastalık belirtileri ise her zaman aynı: Başkalarından onay beklemek, neyi gördüğünden ziyade nasıl göründüğüne olan hassasiyet (Hello, Instagram!) ve tabii ki hayatının herkes tarafından takip edildiğini düşündüğünde basan panik hissi. Albümün geçiş parçalarında tekrar tekrar ortaya çıkan bir konsept olmanın yanı sıra günümüzün gerçekleri albümün genel hikayesini de şekillendiriyor.
Bir diğer dikkat çekici nokta ise Nilüfer Yanya’nın caz dahil birçok farklı müzik tarzını bir potada eriten harika pop melodileri yazabilmesi. Özellikle ilk albümünü yayımlamadan dikkatleri toplamaya başlamış bir müzisyen olarak önceki formülleri kopyalamak gayet kolay olabilirdi. Yanya’nın ise yelpazeyi daha da açarak kendini farklı sulara bırakma cesaretine değinmeden geçemeyeceğim. In Your Head ile başladığınız yolculukta Baby Luv devamı bir indie rock albümü ile karşı karşıya olduğunuzu düşüneceksiniz. Ancak ortalara doğru gelen Baby Blu ile The XX’e selam çakarken hemen ardından gelen Heat Rises şarkısında kendinizi nasıl bir anda The Drums albümünde bulduğunuzu merak edebilirsiniz. Üstelik hikayenin hangi aşamalardan o noktaya geldiğini hissetmeniz çok da olası değil.
Nilüfer Yanya’nın hikayeleri günlük yaşamın basit anlarında çıkan kendinden şüphe ettiğiniz o anların toplamı gibi hissettiriyor. Sizi her an karanlık köşelere çekebilecek güvenilmeyen bir anlatıcı belki de. Ancak kusurları ile gelen mükemmeliyet Yanya’ya güvenmenizi sağlıyor. Çok düşündüğünüz zamanlarda bir anda gelen yabancılaşma anlarını hatırlayın. Daha önceden bile mantıklı gelen her şey önemini yitirdiğinde bir boşluğa düşersiniz. O anlarda ne hissetmeniz gerektiğini, hatta ne düşündüğünüzü bile tespit edemezsiniz. İşte, “İstediğimi düşünebilir ve hissedebilirim; ancak bunları sesli söylediğimde gerçek olduklarından nasıl emin olabilirim?” dediğinde Nilüfer Yanya hepimizin hikayesine yer veriyor.
Comments
Trackbacks & Pingbacks
[…] gayet iyi tanınsa da maalesef ikinci albümü bizde biraz gölgede kaldı. Stella Donnelly ve Nilüfer Yanya‘nın albümlerini hatmetmiş olanların yeni keşfi […]