İNCELEME: SUFJAN STEVENS – THE ASCENSION

2015 yılında ölen annesinin ardından yazdığı Carrie & Lowell albümü ile Sufjan Stevens bizi adeta hüznün içine gömmüştü. Üstelik açtığı çukurun oldukça derin olduğunu söyleyebilirim. Geçtiğimiz 5 senede ise yan projelerinde Stevens ile buluştuk. Mystery Love ile büyük ses getirse de hiçbir çalışması imza şarkı sözü yazarlığı ve kusursuz prodüksiyonu ile özlediğimiz o albümlerin yerini tutmadı.

Yeni albüm The Ascension, Make Me an Offer I Cannot Refuse ile açılıyor. Albümdeki beklentilerinizin altında kaldığını düşünüp hayal kırıklığına uğradığınız o an için hemen belirteyim: Açılış şarkısı albümün en zayıf halkası. Ardından gelen single Run Away with Me ile albümün gerçek değerine ulaşıyorsunuz. Şarkıların isimlerinden de anlayabileceğiniz üzere albümdeki şarkı sözleri Stevens’ın dahiyane metaforlarından ve ince gözlemlerinden uzak kalıyor. Sufjan Stevens ise yavan bulduğumuz sıradan ifadeleri kullanarak günlük hayatımızdan ufak parçaları şarkılarına taşıyor. Hikaye anlatıcılığından biraz daha uzaklaşıp dış dünyaya yüzünü dönmüş birinin iç dünyasını melodilerine yansıtıyor.

Bir önceki albümün akustik melodilerinin ardından elektronik synth tınıları albümü domine ediyor. Sufjan Stevens çeşitli sebepler ile Brooklyn’deki apartmanını terk etmek durumunda kaldığında enstrümanları da bir depoda kalıyor. Geriye kalan synthesizer ise bu albümü ortaya çıkarabilecek tek malzeme olarak kaldığından The Ascension şu anki melodik yapısına kavuşuyor. Her dinleyişte Stevens’in 2010 tarihli The Age of Adz aklınıza geliyor. The Ascension ise The Age of Adz’in karanlık, depresif kardeşi gibi. 2020’de Amerika seçimleri öncesinde tam da dinlemek isteyeceğiniz bir albüm.

Albümün bütününe baktığınızda Sufjan Stevens’in en iyi işleri ile karşılaşıyorsunuz. Death Star‘da insanlığın yanlış yaptığı her şeyi eleştirirken dans etmek istiyorsunuz. (Yargılamıyoruz) Ardından gelen Goodbye to All That ile bir “medley” oluşturmasına rağmen daha kişisel bir hikayeye adım atıyorsunuz. 7 dakikalık Sugar uzun bir synth tanıtımı ile başlıyor. Aksi takdirde çok basit olabilecek bir şarkı iken Sufjan Stevens dokunuşları ile bir pop ballad’ına dönüşüyor. Albüm kapanışındaki The Ascension ve America ise Stevens’ın diskografinde seneler boyunca hatırlanacak kilometre taşları oluyor. Kapanış şarkısında Stevens, Tanrı ile olan ilişkisini geride bırakmış duruyor. Ülkesinin durumu için Tanrı’yı suçlarken ister istemez şunu soruyorsunuz: Ülkesi Tanrı’yı bulunduğu duruma malzeme ettiği için aslında ülkesinden umudu kesmiş olabilir mi?

1 saat 20 dakikalık bir albüm olarak The Ascension’ı baştan sona dinlemek başlı başına bir meydan okuma belki de. Sabrettikçe daha iyi hâle gelen bir 2020 albümü. Daha fazla dinledikçe daha iyi anlıyorsunuz. Bir kadeh şarap eşliğinde albümü açın ve tekrar tekrar dinleyin. Gelecekte geriye dönüp baktığınızda 2020’yi güzel hatırlayabileceğiniz nadir birkaç detaydan biri de bu albüm.